Çocukların ‘Parmak Uçları’ Sağlam Kaldı

Çocukların ‘Parmak Uçları’ Sağlam Kaldı

Tip 1 Diyabetli Çocukların sürekli glikoz takip sistemleri yani sensör aracılıyla kan şekeri izlem sistemi ile ilgili geçen hafta karar çıktı ve sensörlerle ilgili düzenleme 12 Aralık 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. Sonuç olarak, sensörlerin ödenmesi SGK ödemesi kapsamına alındı.

Geçtiğimiz haftaki yazımda, bu hafta için “Sigortacılıkta Gelecek Senaryoları: 2040’a Giden Yolda Olası Yönelimler” adlı raporun özellikle yapay zeka açısından yaklaşımlarını paylaşacağımdan söz etmiştim. Ancak geçen hafta, 25 Kasım 2024 tarihli “Parmak Uçlarımız Bize Kalsın” başlıklı yazımda değindiğim konu ile ilgili önemli bir gelişme olduğundan, o konuyu gündeme getirmenin daha doğru olacağını düşündüm. Sigortacılıkta yapay zeka konusunda yapılanları önümüzdeki hafta paylaşacağım.

Sensörler SGK Kapsamında

Tip 1 Diyabetli Çocukların sürekli glikoz takip sistemleri yani sensör aracılıyla kan şekeri izlem sistemi ile ilgili geçen hafta karar çıktı ve sensörlerle ilgili düzenleme 12 Aralık 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı (https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2024/12/20241212-7.pdf). Sonuç olarak, sensörlerin ödenmesi SGK ödemesi kapsamına alındı.

Ödemenin ana başlıklarını şu şekilde özetlemek mümkün;

  • 2-18 yaş grubu çocuklar için aylık 3500 TL geri ödeme yapılabilecek, sensör ücreti aylık 3500 liradan fazlaysa kullanıcı farkını vererek alacak,
  • En az bir çocuk endokrin uzmanın olduğu yıllık sağlık kurulu raporu yeterli olacak,
  • Reçeteyi çocuk endokrin uzmanı, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı (pediatrist), aile hekimi yazabilecek,
  • Yapılan hesaplara göre, ülkemizdeki tip 1 diyabetli çocuklara yılda 1 milyar, ayda 100 milyon TL civarında bir destek verilmiş olacak,

Koruyucu Sağlık Hizmetlerinde İzleme Aracı

Yaklaşık 30 bin çocuk ve ailesinin hayatını kolaylaştıracak bu yenilikle, hem diyabet maddi yükü hafifletilecek hem de çocukların yaşam kalitesini artacaktır. Her yıl yaklaşık 2 bin çocuğun daha bu tanıyı aldığı ve parmaklarının günde neredeyse 10 kez delinerek kan şekeri ölçümü ile gereken doz insülin almak durumunda olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Onun için de, Tip 1 Diyabetli çocuklar ve anne-babaları ile doktorları “Sensörlerimizi ödeyin, parmaklarımız bize kalsın” diyordu. Cilt altı glikoz izlem cihazlarıyla parmak delinmeden cilt altından her 5 dakikada bir yani günde 288 kez şeker düzeyi ölçülebiliyor.

Yıllar önce, çocuğuna Tip 1 Diyabet teşhisi konulmuş bir annenin “insülin tedavisinde üç ana, üç ara öğün ile yatarken de olmak üzere toplam yedi kez çocuğunun parmağını deldiğini, hatta şeker ölçüm çubuklarının parasının yüzde 80’ini kendimiz ödüyoruz” sözlerini duyduğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum.

Sensörlerin SUT kapsamına girmesi, koruyucu sağlık hizmetleri adına çok önemli bir izleme aracı olacak.

Uzmanları; ödeme miktarının yükseltilmesi, 18 yaş üstü tip 1 diyabetliler, gebe diyabetliler ile kronik hipoglisemisi olan çocukların da kapsanmasında yarar olduğunu vurguluyorlar.

Sensör teknolojisi ile glikoz seviyelerini izleyen cihazlar, sadece diyabetlilerin yaşam kalitesini artırmıyor uzun dönemde diyabetle ilişkili komplikasyon risklerini de azaltıyor. Uzun yıllardır konuya ilişkin çaba gösterenler, genel olarak oluşabilecek yararları şu başlıklarla özetliyor;

  • 24 saat sürekli glikoz izleme yoluyla diyabet yönetiminde kapsamlı bir takip sağlanabilir,
  • Her an ve her yerden takip edilebilen kan şekeri değerleriyle, hasta ve hasta yakınları diyabet yönetiminde bilgiye dayalı kararlar alabilir,
  • Kan şekeri dalgalanmaları önlenerek düşük veya yüksek kan şekerinin olası riskleri azaltılabilir,
  • Özellikle gece veya uykuda olabilecek kan şekeri düşüklüğü paniği önlenebilir ve diyabete bağlı stres azaltılabilir,
  • Parmaktan kan alma yoluyla yapılan sık ölçümlerin sıkıntısı ve özellikle çocukların tedirginliği ortadan kaldırılabilir,
  • Uzun dönem diyabet komplikasyonları yüzde 40 azaltılabilir.

Yıllar Süren Mücadele

Konuya yıllarını veren, Prof. Dr. Şükrü Hatun, önceden “Dünyada diyabetli çocukların sağlığı ile uğraşan birçok uzman, diyabetli çocukların uzun dönemli kan şekeri dengeleri ve komplikasyonların önlenmesi bakımından tanıdan sonraki ilk altı ayın önemli olduğunu ve mümkünse bütün çocuklarda tanıdan hemen sonraki günlerde sensör takılmasını öneriyor. Sensörler son 10 yılda diyabet tedavi ve izleminde en çok fark yaratan gelişme ancak ülkemizde kullanım oranı çok düşük. Diyabet teknolojilerine ulaşımda düşük sosyoekonomik düzeydeki aileler çok büyük zorluk yaşıyor, çaresiz ve üzgünler. Eğer tip 1 diyabetli çocukların sensörlere eşit erişimi konusunda bir adım atılırsa, tedavide ve yaşam kalitesinde fark yaratan ürünlere sadece imkanı olanların değil, bütün çocukların ulaşması sağlanmış olacak” diyordu.

Diyabetli Çocuklar Vakfı Başkanı Şükrü Hatun Hoca, bu hafta ise “Yedi yıldır bu anı beklediğimizi söylesek yalan olmaz, çünkü bu sevinçli haberin ülkemizde yankılanacağını ve ülkemizdeki tip 1 diyabetli çocukların bakımına büyük katkıda bulunacağını biliyorduk” diyerek sevincini paylaşıyor.

Başta Şükrü Hatun Hoca olmak üzere, bu süreçte emeği geçen tüm ilgililere özel teşekkür etmek gerekiyor.

Sağlık Sigortaları Ödeme Listeleri

Uzaktan sağlık hizmetlerinin izlenmesindeki yenilikleri amacına uygun kullanabilmek için, kısa sürede daha çok alana müdahale etmek gerekir. Bunları yapmak için atılacak her yenilikçi adım, teknolojiyi takip ile ivme kazanabilir.

Ancak bir başka kalıcı adım da, kamu veya özel sağlık sigortaları ödeme listelerinde yer alması ile atılabilir. Çünkü, sağlığın uzaktan takibini destekleyen teknolojiler, daha az maliyetle daha kaliteli sağlık hizmeti sonucunu doğuracaktır.

Daha da akılcı bir hamle olarak, toplumun genel sağlık düzeyini yükseltmek için sağlığı geliştirici ve koruyucu müdahalelere öncelik verilmelidir.

Zaten 2006 yılında yasalaşan 5510 sayılı Kanun 63.Maddesi’nde Finansmanı Sağlanan Sağlık Hizmetleri ve Süresi başlığı altındaki ilk hizmet olarak “Kişilerin hastalanmalarına bakılmaksızın kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri ile insan sağlığına zararlı madde bağımlılığını önlemeye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri” yer almaktadır. 18 yıl önce yapılan bu düzenlemeye de uygun olarak, çocukların parmak uçları sağlam kaldı türünden örnekleri çoğaltmak daha kolay olacaktır.

Sigortacılıkta Gelecek Senaryoları

Sigortacılıkta Gelecek Senaryoları

Geçtiğimiz ay, “Sigortacılıkta Gelecek Senaryoları: 2040’a Giden Yolda Olası Yönelimler” adlı bir rapor yayınlandı. Dayanağı, Economist Impact, SAS sponsorluğunda yaptığı kapsamlı bir araştırmadan kaynaklanıyor. Rapor, küresel anlamda, sigorta sektöründe 2040 yılına kadar karşılaşılabilecek süreci araştırmış ve dört farklı senaryoda derlemiş. Genel olarak, küresel iş birliği ve teknolojinin sigortacılığa etkileri gündeme getiriliyor.

Geçtiğimiz ay, “Sigortacılıkta Gelecek Senaryoları: 2040’a Giden Yolda Olası Yönelimler” adlı bir rapor yayınlandı.  Dayanağı, Economist Impact, SAS sponsorluğunda yaptığı kapsamlı bir araştırmadan kaynaklanıyor. 14 Kasım 2024 tarihli raporun özeti, Türkiye Sigorta Birliği web sitesinde yer alıyor. Raporun tamamına ulaşılabiliyor (https://impact.economist.com/perspectives/financial-services/the-path-to-2040-four-possible-scenarios-for-insurance). Bu hafta bu rapordan alıntıları önümüzdeki hafta da özellikle yapay zeka açısından yaklaşımları paylaşacağım.

Rapor, küresel anlamda, sigorta sektöründe 2040 yılına kadar karşılaşılabilecek süreci araştırmış ve dört farklı senaryoda derlemiş. Genel olarak, küresel iş birliği ve teknolojinin sigortacılığa etkileri gündeme getiriliyor.

Belirsizlikle Mücadele

İlk bölümde, sigorta sektörünün bir dönüm noktasında olduğundan söz edilerek, temelde risk yönetimiyle ilgilenilen sektörün, önümüzdeki yıllarda evrimini bile değiştirecek bir çok belirsizlikle mücadele edildiği ifade ediliyor. İklim değişikliğinin doğurduğu hava olayları ve doğal afetlerin sıklığının artarak devamı, jeopolitik değişkenlikler, demografik yapıda yaşanan farklılaşmalar gibi nedenlerin sektörü önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak zorluklarla yüz yüze getirebileceği vurgulanıyor.

Belirsizlikler artarken risklerin azaltılamaması sonucunda, bu risklerin karşılanabilirliği  konusunda baskıların yoğunlaştığı ifade ediliyor. Özellikle de düşük gelirli haneler ile iklim risklerine sahip bölgelerde görülen bu durumun diğer piyasalar için de geçerli olduğu örnekleniyor. Bu kapsamda, 2020’den 2023’e kadar, ABD, İngiltere, Avustralya ve Japonya gibi büyük pazarlarda ev sigortası primlerinin harcanabilir gelirlerden daha hızlı artığı ve sigortayı daha az uygun hale getirdiğinden söz ediliyor.

Teknolojik gelişmelerin de sigortacılığın geleceğini şekillendirmede rol oynadığına değiniliyor. Daha fazla bağlantılı sensör ve cihazlar, kişiselleştirilmiş özellikleri ağır basan teminatlar, gerçek zamanlı risk değerlendirmelerin önleyici bakım için yeni fırsatlar doğurduğu aktarılıyor.

Sigortacıların da, yapay zekayı daha fazla kullanarak operasyonlarını kolaylaştırdığı, karar vermeyi geliştirdiği ve risk yönetimini iyileştiren yenilikçi hamlelerden yararlandığına dikkat çekiliyor. Böylelikle, teknolojik gelişme hızının bölgeler arasında değişiklik göstereceği ve eşitsizliklerin derinleşebileceği öngörüsünde bulunuluyor.

Bu zorluklara ek olarak, sigortalı beklentileri ve düzenleyici mekanizmalarla birlikte sigortacılar için bazı riskler ile fırsatların birlikte değerlendirilme gereğinden söz ediliyor. Öngörülebilirliğin azaldığı bu tür ortamlarda, sektörün stratejik olarak gelişme yeteneğinin yeniden şekillenebileceği tahmini yapılıyor. Geleneksel riskten kaçınma eğiliminin ötesine geçilerek yeni ürünler ve yenilikçi iş modelleri esnekliği gösterilebileceği ifade ediliyor.

2040’a Giderken Senaryolar

Senaryo planlamasının, stratejilerin uzun vadeli hedeflerle uyumlu hale getirilmesine yardımcı olacağı vurgulanarak, dayanıklılık ve çevikliğin teşvik edileceği öne çıkarılıyor.

Sigorta sektörünün geleceğini şekillendirebilecek dört farklı yol ortaya konuluyor. 2040’a kadar kullanıcı odaklı teknolojik inovasyonların, sektörün iklim dayanıklılığına odaklanmasına fırsat tanıyabileceği öne sürülüyor.

Ancak, sigorta sektörünün yalnızca en zengin kesimler için erişilebilir bir lüks haline gelme olasılığı da olduğu belirtiliyor. Sektördeki potansiyel değişimler ve bu değişimlere uyum sağlamada teknoloji ile iş birliğinin nasıl bir rol oynayacağı ele alınıyor.

 Economist Impact Kıdemli Analisti Edwin Saliba, ortaya konulan senaryoların geleceği tahmin etmek değil, sigorta şirketlerine olası gelecek hakkında bilgi sunmak ve onları bu geleceğe daha iyi hazırlanmak için konumlandırmak amacıyla hazırlandığını belirtiyor.

Araştırmaya göre, zorlukların üstesinden gelmek için global iş birliği ve teknolojik ilerleme hızına belirleyici olacak. Doğal olarak zorlukların başında, iklim krizine yer veriliyor.

SAS Küresel Sigorta Baş Danışmanı Franklin Manchester, “Sigorta sektörünün 2040’a kadar çökmesi mümkün. Bu da sigortacıları artan risklere ve dayanıklılığa yönelik hazırlık yapmaya zorlamalı” öngörüsünde bulunuyor.

Senaryo 1: İzolasyon ve Düzensiz Teknolojik Büyüme

İlk senaryo, izolasyona dayalı küresel politikalar ve sınırsız teknolojik gelişmeler olabilir. Gelişmiş ülkelerin daha çok çevreci teknolojilere yatırım yapabileceği, gelişmekte olanların ise bundan olumsuz etkilenebileceği tahmin ediliyor.

Bu senaryoya göre, sigorta sektöründe eşitsizlik artabilir ve riskli bölgelerdeki sigorta boşluğu büyüyebilir.

Senaryo 2: Kullanıcı Odaklılık ve İklim Dönüşümü

Dijital kimlikler ve veri gizliliği konusundaki düzenlemeler, küresel işbirliğini artırarak, sigorta şirketlerinin önlem odaklı yaklaşım sergilemesine yol açabilir. Teknoloji kullanımının artışıyla demokratikleşmesi, sigortacıların kullanıcılarına kişiselleştirilmiş ürünler sunmasına fırsat sağlar.

Bu senaryoda sigorta, proaktif bir şekilde iklim değişikliğiyle başa çıkmayı teşvik edebilir.

Senaryo 3: İklim Direnci ve Kurumsal Sürdürülebilirlik

Büyük ekonomiler sürdürülebilirlik ve afetlere müdahale politikaları hayata geçirirken, sigorta şirketleri de risk modellemelerini ön planda tutabilir.

 Bu senaryoda, düşük gelirli ülkeler yaşam kaynaklarını korumaya çalışabilir, gelişmiş ekonomiler iklim riskine dayalı finansal ürünleri devreye alabilir.

Senaryo 4: Yetersiz İnovasyon ve Küresel Çatışmalar

Kamunun ve özel sektörün iş birliği yapmaması sonucunda, küresel çatışmalar artabilir ve iklim değişikliğiyle mücadelede zayıf performans sergilenebilir.

Böylece, sigorta sektörü, doğrudan etkilenmiş olan bölgelerde korunma açığı yaşayabilir ve yerel topluluklar kolektif risk havuzlarına yönelebilir.

SAS Risk, Suistimal ve Uyumluluk Çözümleri Sigorta Lideri Thorsten Hein, sektördeki kayıpların hızla artabileceğine dikkat çekiyor.  “Sigorta sektörü, hızla değişen bir dünyada hayatta kalmak ve gelişmek için yapay zeka gibi teknolojilere yatırım yapmalıdır. Aksi takdirde, ‘insanları koruma’ amacını yerine getirememe riskiyle karşı karşıya kalabilirler” şeklinde uyarmaktadır.

Tüm bu senaryoların detayları raporda aktarılıyor. Zaten Türkiye Sigorta Birliği özetinde de ana başlıklarıyla yer almış. Thorsten Hein uyarısından da yola çıkarak, önümüzdeki hafta yapay zeka açısından özellikle sağlık sigortacılığı özelinde bazı yaklaşımları paylaşacağım.

Değer Temelli Fiyatlandırma

Değer Temelli Fiyatlandırma

Sosyal sağlık sigortacılığı yani ülkemiz özelinde Genel Sağlık Sigortası primleri, sağlık finansmanının tek kaynağı olmamalıdır. Ne yazık ki böyle bir yanlış algı var, düzeltilmelidir. Prim sağlık hizmetlerinde tek finansman kaynağı değildir. Kaynak oluşturmada, çeşitlilik sağlanmalıdır.

Geçtiğimiz hafta, moderatör olduğum bir Panel’de “Değer Temelli Fiyatlandırma ve Geri Ödeme: Türkiye İlaç Sektöründeki Zorluklar ve Fırsatlar” tartışıldı. Ghent Üniversitesi Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde Sağlık ve Refah Ekonomisi Kıdemli Profesörü olan Lieven Annemans’ı yıllar önce “Ekonomist Olmayanlar İçin Sağlık Ekonomisi” kitabıyla tanımıştım. Değer temelli fiyatlandırma konusunda vurguladığı başlıklar nedeniyle, kendisine bir kez daha saygı duydum. Bu haftaki yazımda, sempozyumun izleyebildiğim bölümlerinde öne çıkan bazı başlıkları paylaşmak aktarmak ve kısa arayla Değer Temelli Fiyatlandırma konusuna tekrar değinmek istiyorum. Toplantının ev sahibi olan Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği AİFD, eminim izin veren konuşmacıların sunumlarını da web sitesine yükleyecektir. Siteyi takip edip bu sunumları incelemenizi tavsiye ederim.

Sağlık Yatırımlarının Refahı Güvence Altına Alma Potansiyeli

Sempozyumun ana konuşmacısı Prof. Dr. Ostwald, “Geleceği Şekillendirmek: Değer Temelli İlaç Sistemlerinde Ortaya Çıkan Trendler ve Fırsatlar” başlıklı bazı tespitlerde bulundu. Berlin Steinbeis Üniversitesi Liderlik ve Yönetim Fakültesi Ekonomik Araştırmalar ve Yönetim Bölümü’nde ders veren Prof. Ostwald, Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hasılasının yalnızca yüzde 4,4’ünü sağlığa yatırdığı için, G20 ülkeleri ile kıyaslandığında en alt seviyelerde olmasının, yatırım yapmak için çok büyük bir fırsat olduğunu vurguladı.

Sağlık yatırımlarının oluşturacağı büyüme ve daha yüksek üretkenlikleenflasyonla mücadeleye de katkı sağlayacağından söz etti. Sağlığa yatırımın bu yönüyle sosyoekonomik yüke karşı mücadele anlamına geldiğinin altını çizdi. Sağlık ekonomistlerinin hep tartıştığı, üretim harcaması mı yatırım harcaması mı konusuna enflasyonla mücadele açısından yaklaştı.

Daha Fazla Sağlık Kazanımı Daha İyi Ödüllendirme

Değer Temelli Sistemlere Küresel Bakış başlıklı konuşmasında Prof. Dr. Lieven Annemans, değer temelli fiyatlandırma için, daha iyi bir katma değer oluşturma ve daha fazla sağlık kazanımının mutlaka daha iyi bir ödüllendirme ile olacağını anlattı.

Kanıtların bazen yeterli ikna edicilikte olmayabileceğini vurgulayarak “paranın karşılığı” sorusunun bir eşik değer ihtiyacını doğurduğunu belirtti. Dünya Sağlık Örgütü’nün, kişi başına gayri safi yurtiçi hasılanın 1 ila 3 katı eşikler önerdiğini aktardıktan sonra, dünya deneyimiyle örnekler verdi.

Bitirirken de; değer bazlı fiyatlandırma tercih edilir ama eşik olmadan net ‘oyun kuralları’ olamayacağını, farklı sistemlerin ‘değerin değerini’ farklı şekilde yorumlayabileceğini ifade etti.

Paydaşlar Arasında Özellikle Hasta Katılımı

Bir diğer konuşmacı, yıllar önce Ankara Numune Hastanesi’nde mikro ölçekte (hastane) sağlık teknolojisi değerlendirme (HTA) örneğini uygulayan ve halen Health Technology Assessment International (HTAi) Başkanı olarak görev yapan Doç. Dr. Rabia Sucu idi. Uluslararası düzeyde yurtdışında ülkemizi temsil eden Dr. Sucu, aynı zamanda merkezi ABD’de bulunan küresel sivil toplum kuruluşu MSH (Management Sciences for Health) Sağlık Politikası ve Finansmanı Kıdemli Baş Teknik Danışmanıdır.

Değer ölçüm yöntemlerini aktardığı sunumunda; hastalar, sağlık profesyonelleri ile birlikte hizmet sunucular, satın alıcılar, ödeyiciler, politika yapıcılar, endüstri ve akademi alt başlıklarında 7 ana paydaş sıraladı. Değer ölçüm yöntemleri konusunda örnekler verirken, bu paydaşlar arasında özellikle hasta katılımına dikkat çekti.

İlaçların değerlendirilebileceği ortak değer kriterleri listesi de aktardı ve 23 alt başlıkta örnekledi. Bu kriterlerden en az 3 en fazla 7’sinin dikkate alınmasının altını çizdi. Bunların seçiminde ise; temel, anlaşılabilir, ölçülebilir, gereksiz olmayan (çakışma veya çift sayma), problemi yakalayabilecek en az sayıda ve bağımsız olunmasının uygun olacağını vurguladı. “Karmaşık olanı değil basiti tercih edin” tavsiyesi de çok değerliydi.

Sadece dünya deneyimi değil, Türkiye’de neler planlandığı ve yapıldığı hatta uygulama aşamasında olan projeler de gündeme getirildi. Yakın döneme kadar bu konuda üst düzey teknokrat olarak görev yapan sektörün yakından tanıdığı bir isimle, halen görevde olan yine bir üst düzey teknokrat, mevcut durum ve geleceğe yönelik vizyonlarını paylaştı. Dinleyenlerin ilgiyle izledikleri bu bölümde; dün, bugün ve  yarın için değer temelli fiyatlandırma değerlendirmeleri yapıldı. Hatta, yakın dönemde yurtdışında yapılan bir uluslararası toplantıda verilen örneklerin bir kısmından daha iyi bir noktada olduğumuz aktarıldı.

Dr. Mehmet Öz’ün Değer Temelli Sağlık Hizmetine Yaklaşımı

Bu arada, Panel sırasında da dile getirdiğim bir duyumu paylaşmak isterim. Seçilmiş ABD. Başkanı’nın Medicare ve Medicaid’in yönetiminden sorumlu yapacağını açıkladığı Dr. Mehmet Öz, pilot uygulamalarla değer temelli sağlık hizmetine aşamalı geçiş konusunda değerlendirmeler yapıyormuş. Dr. Öz, ABD’de hükümet görevine aday gösterilen ilk Türk kökenli isim oldu. Uygulama örnekleri de, değer temelli fiyatlandırma konusunda zaten uygulanmakta olan dünya deneyimine, sosyal sağlık sigortacılığı açısından kısa dönemde önemli katkılar sağlayabilecektir.

Toplantının açılış konuşmalarını yapan üst düzey bürokratların, Kalkınma Planı, Orta Vadeli Program Yıllık Program gibi resmi dokümanları dayanak gösterdiler. Genelde değer temelli sağlık hizmeti, özelde ise değer temelli fiyatlandırma için olumlu öngörülerde bulundular. Bu umut verici gelişmelerin, kısa sürede ve giderek artan kararlılıkla yürürlüğe girmesi, ülkemizdeki yenilikçi sağlık hizmetlerine gerçekçi yaklaşımın da bir göstergesi olacaktır.

Sadece girdi ve sadece sonuçlara dayanmayan, tam tersi yapılan müdahaleyle gerçekleşen sağlık durumundaki iyileşmelerin başarı göstergesi kabul edildiği değer temelli sağlık hizmeti yaklaşımı, yenilikçi sağlık hizmetlerinde bir kaldıraç etkisi görecektir. Sağlığa koruyucu ve geliştirici boyutuyla ele alan, hastalık oluşunca hastalıkların gerçekçi yönetimiyle gerçekleşen kazanımlar öne çıkacaktır. Kazanım odaklılıkta kişinin kendi sağlığını yönetmesi benimsenecektir. Ekosistemdeki tüm paydaşların ortak çabaları çözümü kolaylaştıracaktır. Sağlık finansmanında sürdürülebilirlik kaygıları azalacaktır.

Yenilikçi Tedaviler Fonu

2016 yılından bugüne, sürekli gündeme getirdiğim bir görüşü birkaç hafta arayla tekrar hatırlatmak istiyorum. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun ilgili bir komisyonunda görevli olduğum dönemde savunmaya başladığım bu görüş, Yenilikçi Tedaviler Fonu kurulmasına ilişkindir. Yalnızca ilaç için değil, nadir hastalıklardan onkolojiye ve hatta öncelikli seçilebilecek kronik hastalıklara kadar, her türlü teşhis ve tedavide bu fondan yararlanılabilir. Memnuniyetle görüyorum ki, fon kurulması görüşü, sisteme yönelik fikri olan kara verici yetkin isimlerin de giderek desteğini alıyor.

Daha önce de vurgulamıştım; IQVIA tarafından hazırlanan Türkiye İlaç Sektörü Raporu 2023’de, 2018-2021 arasında Avrupa İlaç Ajansı (EMA) tarafından ruhsat onayı alan ilaçların, 2023 Ocak ayı itibariyle ülkelerdeki erişilebilirlik oranları karşılaştırılmıştı, buna göre Türkiye’de yenilikçi ilaca erişim oranı son dört yılda yüzde 20’den yüzde 6’ya gerilemiş, 2023 yılı itibariyle sadece 10 yenilikçi tedaviye erişim sağlanabildiği belgelenmişti (https://www.aifd.org.tr/wp-content/uploads/2023/12/IQVIA_TURKIYE-ILAC-SEKTORU_RAPORU_.pdf).

Sosyal sağlık sigortacılığı yani ülkemiz özelinde Genel Sağlık Sigortası primleri, sağlık finansmanının tek kaynağı olmamalıdır. Ne yazık ki böyle bir yanlış algı var, düzeltilmelidir. Prim sağlık hizmetlerinde tek finansman kaynağı değildir. Kaynak oluşturmada, çeşitlilik sağlanmalıdır. Kayıt dışılık azaltılmaya çalışılsa da, kaynak  oluşturmak için, prim ve prime destek olan vergiler yetmeyebilmektedir. Özellikle nüfus ve hastalık yapısındaki yaşanan değişiklikler sürdürülebilirlik sıkıntısını daha da artırmaktadır. Yenilikçi tedaviye erişimde, bu yetersizliğin daha da göze çarpar hale geldiği, yukarıda açıklanan raporda ifade edilmektedir. Dünya deneyiminde, ülkelerin kendi önceliklerine göre bu konuya farklı çözümler getirdiği bilinmektedir. İngiltere’de kurulan Kanser İlaçları Fonu (Cancer Drugs Fund-CDF) örneklenmektedir.

Amaç sağlıkla ilgili yeni vergi koymak asla değildir. Yeni bir vergi oluşturmadan da bu fon yapılandırılması rahatlıkla sağlanabilir. Sağlığa zararlı ürünlerden alınmakta olan vergilerin hesaplanacak bir bölümü buraya aktarılabilir. Hatta, bütçe kanununa eklenebilecek tanımlayıcı bir madde ile bile süreç hızlandırılabilir. Sağlık Bakanlığı’nın hastalık yüküne göre belirleyeceği alanlar yıllara göre seçilir. Kaynağı toplayan, harcayan ve denetleyen yapılar birbirinden ayrılarak, fonların kullanımına ilişkin geçmişteki kötü deneyimler gibi örnekler de önlenebilir.

Parmak Uçlarımız Bize Kalsın

Parmak Uçlarımız Bize Kalsın

Toplumda yaygın olarak bilinen Diyabet (diabetes mellitus), bulaşıcı olmayan hastalıklar içinde sıklığı giderek artan bir hastalıktır. Takibi ise gün içinde tekrarlayan kan şekeri ölçümleriyle yapılır. Kan şekeri ölçümü,  çocuklarda parmaktan kan alınmasıyla yapılır. Onun için de “Parmak Uçlarımız Bize Kalsın” sloganı geliştirilmiştir. Yakın zamanda “parmaktan ölçüm gerektirmeyen” sistemler, ABD’de FDA tarafından da onaylanarak, glukoz izleminde yeni bir döneme geçilmiştir.

Ekim ve Kasım ayları anma ve kutlamaların arka arkaya geldiği günleri içeriyor. Bu yüzden de son birkaç haftadır, o dönemlerin sağlık süreçlerine saygı gereği, bazı hatırlatmalarda bulundum. Bu hafta, güncel bir konuya değineceğim.

Uzaktan hasta izleme konusunda gelinen nokta ve olası geleceği aktararak başlayıp, güncel bir konu olan Tip 1 Diyabetli Çocukların sensor aracılıyla kan şekeri izlem sistemiyle örnekleyeceğim. “Parmak Uçlarımız Bize Kalsın” sloganı, bu kapsamda 14 Kasım Dünya Diyabet Günü nedeniyle, 2018 yılında kullanılmış bir mesajdı.

UZAKTAN İZLEME

Sağlığın uzaktan izlenmesinde, sadece hastalar değil, teknolojide ulaşılan nokta sayesinde, sağlıklı kişilerin günlük aktiviteleri de takip edilebilmektedir. Hatta uzaktan tıbbi müdahale, laboratuvar gibi sağlıkla ilgili birçok işlem bile uzaktan yapılır hale gelmiştir.

Fiziksel aktivite, kalp atışı sayısı, oksijen satürasyonu gibi bazı klinik göstergelerle ilgili gerçek zamanlı bilgi üreten ve aktaran mobil cihazlara ulaşmak çok kolaylaşmıştır. Hasta monitörleri ile klinisyenlere ihtiyaç duydukları bilgiler, sadece bir ekrana dokunularak anlaşılması kolay biçimde düzenlenebilmektedir.

Hasta bakımında ortaya çıkabilecek acil durumlarda ise gerekli tıbbi ekibe ve hasta yakınlarına bilgilendirme yapılarak, hastaya ulaşma ve müdahale süresi en aza indirilmekte, ilgili araçlarla iş akışı basitleştirilmektedir.

Bu bağlamda, dijital giyilebilir cihazlar, sağlıklılığın ve hastalık oluştuktan sonraki dönemin takibinde kullanılmaktadır. Bu sürecin bir diğer önemi de, sektörde yaygınlaştıkça, toplanan sağlık verilerinden klinik araştırmalarda yararlanılmasının artmasına fırsat oluşturmasıdır.

Yenilikçi uzaktan tanı tedavi araçları ve sensörler, teknolojiden yararlanarak, kişilere ve hastalara bakım biçimini görüntüleyerek, amacına daha uygun hasta takibini bir yandan teşvik ederken, diğer yandan önleyici müdahalelerin de uygulanabilmesine seçenekler sağlamaktadır.

Uzaktan hasta izleme (Remote Patient Monitoring, RPM) cihazları, hastaların akut veya kronik durumlarını hem hastane hem de klinik ortam dışından izlenmesine, raporlamasına ve analizine yardımcı olur. Böylelikle durumun gerçek zamanlı olarak bilinmesi yoluyla ön alıcı (proaktif) klinik kararların alınmasında kritik bir rol oynar.

Öte yandan, uzaktan hasta izleme cihazları yoluyla kişiler kendi sağlıklarıyla anlık etkileşim içinde kendi sağlıklarını daha iyi yönetebilirler. Dolayısıyla, bu sayede kalıcı olumlu sağlık sonuçları görme olasılığı çok daha fazlalaşır.

Sadece dünya genelinde değil Türkiye’de de özel sağlık kuruluşlarında kurulan özellikli merkezlerin tanıtımında “21.Yüzyılın Teknolojileriyle Yönetin” başlıkları kullanılır olmuştur. Bu başlıklar altında, yeni nesil cihazlar yoluyla kontrol ve komplikasyonsuz sağlıklı yaşam mesajı verilmektedir.

TİP 2 DİYABET VE SENSOR  

Toplumda yaygın olarak bilinen Diyabet (diabetes mellitus), bulaşıcı olmayan hastalıklar içinde sıklığı giderek artan bir hastalıktır. Çoğu zaman da, belirtiler iyice ortaya çıkıncaya kadar hastalığın farkına varılmaz.

Diyabet, genel olarak kan şekeri metabolizmasının bozukluğu olarak bilinir. İnsülin seviyesinin çok düşük olması, hücreler üzerindeki insülin etkisinin azalması sonucu kandaki ve idrardaki şeker seviyesi yükselir. Diyabetin ana formları Tip 1 ve Tip 2 Diyabettir. Yani çoğunlukla yaşam tarzı kaynaklı ve yetişkinlerde rastlanan Tip 2 Diyabet ile otoimmün hastalıklar arasında sayılan ve çocuklarda rastlanan Tip 1 Diyabet.

Yüksek kan şekeri seviyeleri kan damarlarına, sinir sistemine ve çeşitli organlara zarar verebilir. Bu zararın temel nedeni, uzun süreli yüksek kan şekerinin neden olduğu diğer metabolik değişikliklerdir. Dolayısıyla diyabetin teşhisinin erken aşamada konması ve tutarlı bir şekilde takip ve tedavisi çok önemlidir.  Takibi ise gün içinde tekrarlayan kan şekeri ölçümleriyle yapılır. Kan şekeri ölçümü,  çocuklarda parmaktan kan alınmasıyla yapılır. Onun için de “Parmak Uçlarımız Bize Kalsın” sloganı geliştirilmiştir.

Yakın zamanda “parmaktan ölçüm gerektirmeyen” sistemler, ABD’de FDA tarafından da onaylanarak, glukoz izleminde yeni bir döneme geçilmiştir. ABD’de okul öncesi ve okul çağındaki çocuklarda kullanımının yüzde 25’i aştığı bilinmektedir. Alarm özellikleri ile kan şekerindeki düşüş ve yükselişleri önceden haber veren, sensorlar aracılığıyla uzaktan takip ile ailelerin çocuklarının sosyal hayatını etkilemeden takipleri yapılabilmektedir.

Türkiye’de kullanım artmakla ama beklenen hızda bir artış olmamaktadır. Genel Sağlık Sigortası geri ödeme listesinde henüz yer almaması bunun ana nedeni olarak belirtilmektedir. Yıllardır bu konuda duyarlılık oluşturmaya çalışan, 35 yıldır kendisini tanıdığım saygın bilim insanı büyüğüm Prof. Dr. Şükrü HATUN, geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabında 44 maddede süreci özetledi. Dilerim Şükrü Hoca, en kısa sürede, buna 45. Maddeyi ekleyerek bu sistemlerin geri ödeme kapsamına alındığını da duyurur.

Sağlığın uzaktan izlenmesindeki yeniliklerin birçoğunu etkili kullanabilmek için hala alınacak epeyce mesafe var. Çünkü teknoloji tek başına yeterli olmuyor; kamu veya özel sağlık sigortası geri ödeme sistemleri de bu sürece destek olmalıdır. Sağlığın uzaktan izlenmesini destekleyen teknolojilerden yararlanarak daha düşük maliyetlerle kaliteli bir sağlık hizmeti verilebilir, hizmete ulaşılabilirlik iyileştirilebilir. En önemlisi de toplumun sağlık düzeyini yükseltmek için sağlığı geliştirici ve koruyucu modellerin teşviki ile erken müdahale fırsatı oluşturulabilir.

Bu arada, uzaktan sağlık hizmeti geri ödemesi kapsamının artırılmasına olan ihtiyacı da hatırlatarak tamamlamak isterim.

Atatürk Dönemi Sağlık Bakanları

Atatürk Dönemi Sağlık Bakanları

Atatürk dönemi Sağlık Bakanları ortak özellikleri arasında; Kurtuluş Savaşı döneminde Atatürk’ün sadece silah arkadaşı değil aynı zamanda ekip arkadaşı da olmaları, sadece Sağlık Bakanlığı yapmamaları, Tıp Doktoru olmaları, genellikle uzun süreli Bakanlık yapmaları sayılabilir. 

Geçen hafta, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde, Sağlık Bakanlığı’nın kurulduğu 3 Mayıs 1920 tarihinden aramızdan fiziken ayrıldığı 10 Kasım 1938 tarihine kadar sağlık alanında yapılanları hatırlatmıştım. Bu hafta ise Atatürk Dönemi Sağlık Bakanları konusuna değineceğimi belirtmiştim. Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da bilgilerin, Sağlık Bakanlığı’nın 100. Yılında Sağlık Bakanları kitabımdan alındığını belirtmek isterim (Sağlık Bakanlığı’nın 100. Yılında Sağlık Bakanları, Yalın Yayıncılık, ISBN 978-605-9579-75-9, İstanbul 2020, https://halukozsari.com/wp-content/uploads/2023/11/SAGLIK-BAKANLIGININ-100-YILINDA-SAGLIK-BAKANLARI.pdf) .

Tekrar vurgulamak gerekir ki, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekâleti adıyla Sağlık ve Sosyal Bakanlığı’nı kurduğunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılışının ikinci haftası ve Türkiye Cumhuriyeti ilanına yaklaşık üç buçuk yıl var. Kurtuluş Savaşı’mız sürerken, 11 Bakan’dan oluşan Bakanlar Kurulu kurulmuş.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin ilk Sağlık Bakanı Dr. Adnan Bey (Adıvar) olmuş. Cumhuriyet öncesi dönemin 3 Sağlık Bakanı olarak; Adnan Adıvar, Refik Saydam, Rıza Nur görev yapmış. Savaş yıllarında, Bakanlar Kurulu’nun tüm Bakanları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde seçilerek göreve gelmiş. 29 Ekim 1923 sonrası Sağlık Bakanları ise;  Refik Saydam, Mazhar Germen ve Hulusi Alataş’tır. Refik Saydam her iki dönemde de görev yaptığından, 1920-1938 arası Atatürk Dönemi’nde 18 yılda 5 ayrı Sağlık Bakanı bulunmaktadır.

1.271 gün olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetleri döneminde Sağlık Bakanı için ortalama Bakanlık süresi 424 gün (1 yıl 1 ay 29 gün) olarak gerçekleşmiştir.

10 ay 11 gün Bakanlık

  1. İcra Vekilleri Heyeti’ninilk Sağlık Bakanı olan Dr. Abdülhak Adnan Adıvar’dır. 1905 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den mezun olmuş. Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde İç Hastalıkları ihtisası yapmış, Bakanlık dönemi sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi ikinci Başkanlığı yapmış. Halide Edip Adıvar’ın eşidir.

Mondros Anlaşması sonrasında ilk kurulan milli mücadele örgütlerinden Karakol Cemiyeti kurucularından. Savaş yıllarında Çocuk Esirgeme Kurumu’nu  kurmuş.

Görüş ayrılığı nedeniyle 1926’da Milletvekilliği görevinden ayrılarak Avrupa’ya gitmiş, İngiltere ve Fransa’da yaşamış ve 1939’da Türkiye’ye dönmüş. 1946’da Demokrat Parti İstanbul listesinden bir dönem Milletvekili seçilmiş.

3 Mayıs 1920’de başlayıp 10 Mart 1921’e kadar 311 gün süren Adnan Adıvar’ın Bakanlığı, 10 ay 11 gün ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetleri ortalama Bakanlık süresinden 113 gün az olmuş.

“İçi dışı bir, tertemiz bir insan pırlantası”

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde seçilen ikinci Sağlık Bakanı İbrahim Refik Saydam’dır. Refik Saydam; ilki Türkiye Büyük Millet Meclisi olmak üzere 8 Hükümet’te; aralıklı olarak, toplam 15 yıl 2 ay 3 gün Bakanlık yapmıştır. Dolayısıyla, 102. yılına giren Cumhuriyet tarihimizin, halen en uzun süreli Sağlık Bakanı’dır.

1905’de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi bitiren, Bakteriyoloji Enstitüsü’nde; tifo, dizanteri, veba ve kolera aşıları ile tetanos ve dizanteri serumlarını ürettiren Refik Saydam, Tifüs için hazırladığı aşı ile literatüre geçti ve bu aşı I. Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nda kullanıldı.

19 Mayıs 1919’da 9. Kolordu Sağlık Müfettiş Muavini göreviyle Mustafa Kemal ile birlikte Samsun’a çıktı. Mustafa Kemal’in karargâhı dağıtıldıktan sonra atandığı Erzurum Askeri Hastanesi Bulaşıcı Hastalıklar Servisi Şefliği görevini kabul etmeyerek Ordu’dan ayrıldı, Erzurum ve Sivas Kongresi çalışmalarına katıldı.

1920 Türkiye Büyük Millet Meclisi Beyazıt (Ağrı) Milletvekili, daha sonraki dönemlerde ise İstanbul Milletvekili olarak görev yaptı. 1931-1938 arası dönemde Milli Savunma, Dışişleri, Bayındırlık, Eğitim ve Maliye Bakanı Vekili, Atatürk’ün ölümü sonrasında ise bir yıl İçişleri Bakanı oldu.

Refik Saydam, Bakanlık görevleri sonrasında 1939-1942 yılları arasında; Ali Fethi Okyar, İsmet İnönü ve Celal Bayar’dan sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin dördüncü Başbakanı olmuş ve 10 ile 11. Hükümetleri yönetti. Devlet yönetiminde köklü değişiklikler yapmayı planladığı dönemde, İstanbul Pera Palas Oteli’nde 8 Temmuz 1942 günü kalp krizinden vefat etti. Ölümünden bir yıl önce, ailesinden miras kalan İstinye’deki yalıyı Darüşşafaka’ya, Ankara’da Atatürk tarafından hediye edilen evi Kızılay’a bağışladı.

Saydam soyadının, Atatürk’ün “…o içi dışı bir, tertemiz bir insan pırlantasıdır da ondan…” sözü ile verildiği kayıtlarda yer almaktadır.

1925-1939 yılları arasında Kızılay Başkanı, 15 Temmuz 1931’de ilk Sağlık Şurası Başkanı olan Refik Saydam, döneminde sadece sağlıkla ilgili 51 Kanun, 18 Tüzük çıkarılmıştır.

1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun(11.4.1928) ile 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (24.4.1930) gibi kanunlar halen yürürlüktedir. 1928 yılında 1267 sayılı Kanun ile Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kurdu.

Döneminde koyduğu ilkeler ve kurallar arasında, değeri hiç değişmeyen; sağlık hizmetleri yönetiminin tek elden yürütülmesi, koruyucu sağlık hizmetlerini merkezi, tedavi edici hizmetlerin de yerel yönetimler eliyle verilmesi, Numune hastaneleri ile doğum ve çocuk bakımevleri açılması, Tıp Fakültelerinde mecburi hizmet ile yatılı tıp talebe yurtları kurulması gibi yaklaşımlar sıralanabilir. Özellikle de, sıtma, verem, trahom, frengi, kuduz gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele eylem planları ve Bakanlık düzeyindeki kurumsal organizasyonu dünyaya örnek gösterilmiştir.

Refik Saydam’ın; 1925’de İstanbul Üniversitesi ve 1974’de Çukurova Üniversitesi’nden Fahri Profesörlüğü bulunmaktadır.

Sağlık Bakanlığı’ndan Dışişleri’ne

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü, Cumhuriyet öncesi dönemin son Sağlık Bakanı Rıza Nur’dur. 24 Aralık 1921 tarihinde göreve başlayan Sağlık Bakanı Rıza Nur, Cumhuriyet İlanı sonrası 30 Ekim 1923’de kurulan ilk Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin ilk Sağlık Bakanı Refik Saydam’a görevini devretmiştir. Dönem ortalamasından 250 gün fazla süre Bakanlık yapmıştır.

Adnan Adıvar ve Refik Saydam gibi, Rıza Nur da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane mezunudur. 1903’de Rumeli Zibefçe’ye Bakteriyolog olarak atanmış, 1907’de Askeri Tıbbiye’ye Cerrahi Hocası olmuş, II. Meşrutiyet’in ilanı ile açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı ilk dönem Milletvekili ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk iki dönem Sinop Milletvekili olarak görev yapmış.

Adnan Adıvar’ın Sağlık Bakanı olarak görev yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilen I. İcra Vekilleri Heyeti’nde ilk Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) olmuş. Sağlık Bakanlığı sonrası Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış, Moskova ve Lozan Anlaşmaları Müzakere Heyetlerinde yer almış.

Cumhuriyetin İlanı İçin Önerge

Mazhar Germen, Türkiye Cumhuriyeti 3. Hükümeti’nde, 22 Kasım 1924 ile 3 Mart 1925 tarihleri arasında sadece  102 gün Bakanlık yapmıştır. 1907 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den mezun olmuş.

1960 yılındaki 24. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Sağlık Bakanı Nusret Karasu’ya kadar 1920-1960 yılları arasındaki toplam 40 yılda en az süreyle görev yapan Bakan olmuştur.

Aydın Kuva-yi Milliye kurucusudur ve Cumhuriyetin İlanı için önerge veren 16 Milletvekilinden biridir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk sekiz dönem Aydın Milletvekili, II. Dönem Divan-ı Muhasebat Encümeni Reisi, VI. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili ve IV. Dönem Parlamentolar Türk Grubu Kurucu Üyesi olarak bilinir.

Refik Saydam Sonrası En Fazla Hükümet’te Sağlık Bakanı

Atatürk dönemi son Sağlık Bakanı olarak, 25 Ekim 1937 ile 11 Kasım 1938 tarihleri arasında 9. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nde görev yapan Ahmet Hulusi Alataş, 1906 Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane mezunu.

1928-1930 yılları arası İzmir Valisi ve Belediye Başkanı, Askeri Tıbbiye Müdürü görevlerinde bulunmuş.

İç Hastalıkları Uzmanı ve Tabip Albay olan Hulusi Alataş, Atatürk’ün vefatı sonrasında; 10,11,12,13,14. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri Sağlık Bakanı olarak görev yapmaya devam etmiş.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde; V-VI-VII. Dönem Aydın, VIII. Dönem Konya Milletvekili’dir.

Atatürk sonrası dönem de dahil, 25 Ekim 1937’den 18 Ocak 1945’e kadar 7 yıl 2 ay 25 gün Bakanlık yapan Ahmet Hulusi Alataş, halen aralıksız 6 Hükümet’te görev yapan tek Sağlık Bakanı’dır.

Cumhuriyetimizin 75. Yılı’na kadar 1920-1995 yılları arasında geçen sürede en uzun Sağlık Bakanı olarak görev yapanlar; Refik Saydam ile Hulusi Alataş’tır. Hulusi Alataş Bakanlık Dönemi, Atatürk sonrası ile birlikte, toplam 22 yıl 4 ay 28 gündür. Yani Refik Saydam ve Hulusi Alataş’ın Bakanlık dönemleri toplamı  75 yılın yaklaşık yüzde 30’udur.

Son Söz

Atatürk dönemi Sağlık Bakanları ortak özellikleri arasında; Kurtuluş Savaşı döneminde Atatürk’ün sadece silah arkadaşı değil aynı zamanda ekip arkadaşı da olmaları, sadece Sağlık Bakanlığı yapmamaları, Tıp Doktoru olmaları, genellikle uzun süreli Bakanlık yapmaları sayılabilir.

Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki biyografisi ve Ortadoğu ülkelerine ilişkin diğer eserleriyle ün kazanmış İskoç Yazar Lord Kinross, Atatürk Bı̇r Mı̇lletı̇n Yenı̇den Doğuşu kitabı önsözünde; “…Atatürk, yirminci yüzyılın ilk yarısını olağanüstü kişiliğiyle etkilemiş büyük bir asker ve devlet adamıydı…” ifadesini kullanmıştır (Lord Kinross, Atatürk The Rebirth of A Nation- Atatürk Bı̇r Mı̇lletı̇n Yenı̇den Doğuşu-Türkçesi Necdet Sander, Altın Kitaplar Yayınevi, 34.Baskı, ISBN 978 975 405 035 6, 2020).

Gerçekten de, sadece bu yazılanlarla bile böyle bir sonuca kolaylıkla varılabilmektedir. Bu yüzden başka bir kapanış cümlesine ihtiyaç duymaksızın, II. Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık Başbakanı Sir Winston Leonard Spencer Churchill’in çok bilinen bir sözüyle bitirmek istedim; “Dünyaya her yüzyılda bir yalnızca bir tane dahi gelir, bu yüzyıldaki dahi Türk milletine gelmiştir: Atatürk”